Kişi Markası - Şehir Markası - Ülke Markası

Kişi Markası – Şehir Markası – Ülke Markası


Kalite asla bir tesadüf değildir, daima akıllı bir gayretin sonucudur.                           John Ruskin

Marka olmak asla bir tesadüf değildir, tamamen bir strateji işidir. Marka değeri yaratmaksa istikrarlı bir şekilde zamanla gerçekleşen eylemlere bağlıdır. Bu durum marka kişiler içinde böyledir, marka şehirler içinde, marka ülkeler içinde.

Ülkeler toplulukları temsil ettiği gibi aslında karakteristik toplumsal özellikleri ile de bir birey gibi davranır ve diğer ülkelerle de bireysel ilişkilerde olduğu gibi liderlerin ve ekiplerinin güdümünde iletişim kurar. Her şey tamamen bir algı yönetimidir bu tarz ilişkilerde. Yani ülkelerin marka değeri söz konusu olduğunda strateji belirlerken kişisel markaların strateji planlamasına benzer bir yol izlenmesi bununla ilişkilidir. Ancak söz konusu şehirler olduğunda şehir markaların strateji planlaması tamamen kurumsal markalarda, şirketlerde olduğu gibi yapılmalıdır. Tam olarak ne demek istediğimi şöyle açıklayayım; bir şirket kendi swotu yani tüm olumlu-olumsuz öz değerleri sonucunda bir veya birkaç hedef kitlesine odaklanır. Bunun sonucunda marka değerini hakkında yıl sonunda bize ipucu verecek kriterlerden biri de yıllık ciro ve bütçe arasındaki ilişkidir. Bu nedenle üretilen hizmet ya da ürünler nezdinde bir iş planı yapılır ve buna göre aksiyon alınır. İşte bir şehir içinde aynen böyle olmalıdır. Öz değerleriniz, güçlü ve zayıf yönleriniz, fırsatlar ve tehditler böyle kararlarda size yol gösterici olur.

Marka şehir olmak hem sunduğunuz hizmetlerle hem de ürettiğiniz ürünlerle gördüğünüz talebe göre şekillenir. İşte tam bu noktada yeni döndüğüm Yunanistan seyahatimde gördümki ne ülke, ne de şehirler marka olmak adına hiçbir kabiliyet sergilemiyor. Tüm seyahatim boyunca sürekli sorguladım bu ülkenin kendine has neyi var diye. Çok köklü bir tarihi, önemli bilim insanları ve çok güzel bir coğrafyası var. Ama bunlara odaklanmak yerine tamamen kendi öz kültürüne, diline, örfüne, adetine aykırı gelenekler üzerinden pirim yapmaya çalışarak sadece zaman ve para kaybediyor. Ne kastediyorum bir bir açıklayacağım. Öncesinde şunu dile getirmek isterim ki tüm Balkan ülkeleri gibi o kadar çok Osmanlı’nın etkisinde kalmışki, oldukları ve olmak istedikleri arasında olan uçurum onları komik duruma düşürüyor. Herhangi bir hediyelik eşya satan yere girdiğinizde dükkanın büyük bölümünün nazar boncuklu ürünlere ayrıldığını göreceksiniz. Traditional gift olarak satıyorlar. Biraz üsteleyin bu sembolü Anadolu’da gördük Anadolu’nun sembollerinden değil mi diye sorsanız sinirleniyorlar ve hayır diyip arkalarını dönüyorlar. Coffee Island‘ları var bizim Kuru Kahveci Mehmet efendi misali. Greek Coffee istiyorsunuz ve soruyorsunuz özel bir pişirme şekli var mı diye size cezve de satmaya kalkıyorlar ve güzelce anlatıyorlar nasıl pişireceğinizi. Tabii sonra soru net aynı Türk Kahvesi gibi yani? cevap yine biraz asabi; yes but this is Greek Coffee. Ahh be canım çekirdekler Arabica, yapım şekli Turkish ama Yunanistan‘da paketlendi diye Greek Coffee olabilir mi hiç o? Frappe’ nin ana vatanı diye çıkıyorsun Google’da yazınca, keşke siz de ona sahip çıksanız bizim kahvemize salça olmak yerine. Daha bitmedi dönerin adı döneri, kebabın adın kebabi. Keşke öyle sonuna -i koymakla olsa o işler. Ya da bir tatlı dükkanına giriyorsunuz. Her yer de çok güzel pastalar, kurabiyeler var soruyorsunuz what is traditional? which would you recommend for testing ?

sizi üç tane tepsinin olduğu bölüme götürüyorlar ve bilin bakalım içlerinde ne var? Kadayıf, tulumba, baklava 🙂

Sirtaki izlemeye gidiyorsunuz ‘salla sana salla sana mendilini, akşam oldu göndersene sevdiğimi’ ezgileri içinde eğleniyorsunuz. Özellikle müziklerle ilgili sağolsun Sezen Aksu o kadar Yunanlardan beslenmişki kimin şarkısı kimin anlamak zor, ya da Osmanlı döneminde şarkıcılar genelde gayrimüslim olduğundan çok dilimize karışmış, türkçeleşmiş yabancı şarkı var. Ancak şunu bilin Türkiye’deki Yunan restoranlarında daha çok Yunan ezgisi dinleme imkanı bulabilirsiniz. Bu arada uzoya da hiç bizde rakıya sahip çıkıldığının yarısı kadar sahip çıkıldığını görmedim. Türkiye’de gireceksin geleneksel müzik çalan, fasıl yapan bir restorana bak gör 70’liği nasıl masaya koyuyorlar seni de küfelik edip gönderiyorlar. 🙂

Bitmedi bitecek gibide değil. Tarihi yerlerle ilgili hep yakınmamız vardır ya (ki hala da öyle, çok eksiğimiz var elbette ki ) ama bunlarınki bizi bizden aldı tüm çalıştay ekibiyle. 1500 yıllık binalar, kalıntılar her yerde ama kapılar kapalı, içeri girmek yasak. Özellikle Selanik’te on eserin altısı bu şekilde. Atina biraz daha bu anlamda uzun vakit geçirilebilecek bir bölge ancak orada da dükkanların, binaların, sokakların her yerinden ne olduğu belli olmayan, estetik ve sanatsal çalışmayla alakası bulunmayan grafitiler fışkırıyor. O kadar çok evsiz var ki, o kadar çok mülteci var ki insan kendini hiç güvende hissetmiyor. Kaldı ki hissetmemisi normal bizim 25 -30 kişilik gruptan 3 kişi eşyasını çaldırdı. Ve hiç anlamadan çok profesyonelce. Bu arada şehirler de bir hayli pis maalesef.

Çok yakın zamanda ciddi bir mali krizden çıktıkları için büyük ihtimalle belediyecilik anlamında çok geriler. Gerçekten çok acı ve üzücü böyle manzaralar. Tüm keyifli yerleri deneyimleyip tanıdı çıkardım, turistlik yerleri ziyaret ettim ama bununla beraber çalışma alanımız ve amacımız girişimcilik olduğu için yerli halkla da bir hayli vakit geçirip, gözlem yapma imkanı buldum. Olumlu örnekler kadar olumsuz örnekler de çok kıymetli. Ne yapmalı ve ne yapmamalı. Vatana – millete üreterek, değer yaratarak neden sahip çıkılmalı çok güzel gözlemleme imkanı buldum.
Son olarak şunu dile getirmeliyim ki Brand Finance 2020 araştırma raporlarına göre harika bir çalışmaya denk geldim Sn. Onur Yanık vesilesiyle. Birebir kendi cümleleriyle rapor özetini sizlere aktarmak isterim ; 2020’de dünyanın en değerli 500 markası listesinde 205 Amerikalı şirket var. Elle tutulmayan, gözle görülmeyen değerleri toplam 3.2 trilyon dolar.

Amerika’nın marka odaklı ekonomik gücü Çin’den 2.5, Japonya’dan 6.5, Almanya’dan 7, Fransa’dan 10, İngiltere’den 16.5 kat fazla.
Anlamamız gereken şu: Ekonomi dediğimiz şey bugün ve gelecekte soyut şeyler üzerine kurulu. Ve bu evrenin tek bir adı var #marka.
Kesinlikle her bir kelimenin altına imzamı atabilirim. Bir ürün veya hizmetin daha fazla talep görüp, değerinin artması doğru yönetilebilen soyut kavramlar ve duygular üzerine kurulu.

Spesifik bir bölgeye gittiğiniz zaman neden kendi ülkenizde var olan bir şeye para ödeyip, taşıyasınız. Size özü ile uyuşan bir hikaye sunuyorsa, bir duygunuza dokunduysa onun için bir bedel ödersiniz. Tüm turistik bölgeler bu açıdan işletmelerine yaklaşmalı. Tüm şehirler marka şehir olmak için buna göre çalışma yapmalı. Turistin şehre girdiği alanları buna göre donanımlamalı ve doğru road mapler oluşturmalı. Bunlarında doğru iş birliktelikleri ile (kişi ve kurumlarla yapılan projeler) taçlandırmalı. Doğru PR harcaması yapmalı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir